İlda Alçay
Ana muhalefet genel başkanı Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde, üzerinde çokça konuşulan, şöyle bir açıklamada bulundu, “Bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok, ama hakkını arayan herkesin hakkını arayacağız, demokratik yollardan arayacağız. (…) Sakin, sabırla seçim sandığını bekleyeceksiniz, oyunuzu kullanacaksınız.” Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin, esasen iki yaklaşımla, kamuoyunda tartışıldığı anlaşılıyor. İlki, kendisinden beklenen aktif muhalefet dinamiğini sergileyememesi -yahut diğer bir deyişle daha pasif kalması- sebebiyle eleştirisi, ikincisi ise -özellikle sol-liberal çevrelerde hararetle savunulduğu üzere- sokağın, muhalefetin bütünlüğünü böleceği ön kabulüyle doğru bir taktik-hamle olarak takdiri.
Ne var ki, her iki tutumun da konunun esasını dair yürütülmesi gereken tartışmayı ıskaladığını ve hatta özünü görmeye engel olduğu kanaatindeyim. Emekçi kitleleri ve/veya muhalif grupları harekete geçiren protesto eylemleri, her ne kadar anayasal hak olarak var olsa da burjuva siyaseti bağlamında iktidar tarafından hemen her zaman “gayrimeşru” kabul edilegelmiştir. Şüphesiz ki bu yaklaşım “sokak ve siyaset” arasında var olan sınıf dinamiklerine ve ilişkili sınıfsal perspektiflere dayanmaktadır. Bu noktada Kılıçdaroğlu, kendi nihai siyasal pozisyonuyla uyumlu, tutarlı bir tavır takınmış görünüyor. Nitekim, son aylarda AKP sonrası Türkiye için sloganlaştırmaya çalıştığı “Gel helalleşelim” çağrısı, sokakla (diğer bir deyişle eylemli-fiili-muhalefetle) arasına koyduğu mesafe bağlamında bu açıdan somut bir veri teşkil ediyor.
Sokakta siyaset yapmak, Türkiye’de en zorlu, bedel ödemeyi gerektiren siyasal-örgütsel alanlardan birisidir. Çünkü Türkiye’de, Cumhuriyet tarihinin çoğunluğunda iktidarı elde tutmuş sağ iktidarlarca “sokak” hemen her zaman “tehlikeli” ve “düşman” olarak algılanmış, buna mukabil “aşırılık”, “terörizm” ve “gayrı milli” olarak suçlanmış, nihayetinde ise ya “ehlîleştirilmek” istenmiş ya da azgın bir zorbalıkla bastırılmıştır.
Şüphesiz buradaki “tehlike” kategorisi, aynı zamanda sokak siyasetinin “kontrol dışı” bir alan olarak algılanmasından da kaynaklıdır. Nitekim sokağa inmiş yığınsal kitleler, devletin ve iktidarın kurumsal ve söylemsel alanı dışına çıkmış ve farklı iktidar olanaklarının kapısını aralamış, farklı iktidar aktörlerinin taşıyıcısı konumuna gelmişlerdir. Özcesi devletin, polisin, sistemin kontrolünün dışında olmaktır sokağa inmek… Nitekim sokak, “hizayı bozan siyaset” demektir.
Sokağın her daim kendine özgü kuralları, üslubu, eylemleri, dili, duyguları ve nihayetinde kendi güzergahı vardır. Aynı dert(ler) için çare arayan, isyan eden, direnen, slogan atan yurttaşları yan yana getirir. En örgütsüz anda bile sokakta yan yana gelmenin azami bir örgütlülüğü, söz ve eylem birliği vardır.
Sokakta siyaset, bu ve en birleştirici bağlamıyla, aynı zamanda bir yurttaşlık meselesidir. Özellikle AKP’nin gerici-dinsel pratiklerle “ümmet” kılmaya çalıştığı -Cumhuriyetin en asgari kazanımlarından- yurttaşlık bilincini -sadece seçim dönemleri oy veren bir toplam olarak değil- insanların her düzeyde yönetime doğrudan katılabildiği bir zeminde devrimci bir dinamizmle ve eski Cumhuriyeti de aşan bir noktada yeniden inşa eder… Söz, yetki ve kararın ele geçirildiği alandır sokak ve demokrasinin yaygınlaştırılmasına olanak sağlar.
Tam da bu yüzdendir ki sandık sonuçlarıyla sınırlanmış demokrasi beklentisini ve anlayışını yerle bir eder. Fransa’da sarı yelekliler eylemlerini hatırlayalım mesela. Eylemciler seçtikleri siyasi partilerin -veya kişilerin- onları temsil etmediğini, bizzat oy verdikleri kimselerce fark dahi edilmediklerini haykırdı aylar boyunca. Fransa sokaklarından çıkan en çıplak sonuçlardan biri sokakta siyasetin “görünür olmak” isteyenlerin, “varım diye haykıranların’ mücadelesi olmasıdır. Ezilen kitlelerin, “Kral çıplak” haykırışını duyurabilmesidir. Yani doğası gereği muktedir olanın duymak istemediği sesler toplamıdır sokak.
Öte yandan sokakta siyaset, birleştiricidir. Aynıları aynı yere ayrıları ayrı yere tabi ki… Bu yüzden, iktidarıyla ve muhalefetiyle burjuva sistemin topyekûn “tehlikeli” ve “olağandışı” değerlendirdiği, buna göre ele aldığı bir alandır. Sokakta helalleşemezsiniz mesela. Hesap sorarsınız. Hak ararsınız. Şartlarınızı öne sürer ve kararlı biçimde talep edersiniz.
Sandıktan Çıkan Demokrasi(!)
Ne var ki “helalleşme” çağrısı doğası gereği uzlaşmacıdır. Ne diyordu Kılıçdaroğlu? “Devri sabık yapmayacağız.” Hem millet ittifakı içerisinde hem sol-liberal çevrelerde karşılık bulduğu anlaşılan “helalleşme” söylemi, özünde, farklı siyasi kulvarlardaki emekçiler arasında değil doğrudan muktedirler-patronlar dünyasında, devlet bürokrasisi arasında bir barışı teklif ediyor. Başka deyişle, kavgasız gürültüsüz bir uzlaşı zemini öneriyor. Yani, AKP’nin kan kaybetmesiyle iç içe geçen ekonomik ve toplumsal bunalımdan çıkış için en kestirme yol, tek adam rejimine karşı çoğunluğun birliğini yeniden kurmak olarak görülüyor. Güçlendirilmiş parlamenter rejim eliyle, iflas eden demokratik kurumların iyileştirilmesi- AKP’nin ilk yıllarına referansla- yeniden işler hale gelmesi hedeflenen sivil toplum, sermaye ve siyasi iktidar arasında paydaşlık ve menfaat ilişkileri, devlet kademelerinden topluma doğru yayılan meşruiyet yaratma çabaları öne çıkıyor. Böylece 20 yıl boyunca adım adım kurumların ve toplumun temelinde kök salan tek adam rejiminden demokratik bir forma geçiş aşamaları inşa edilmek isteniyor.
Oysa yaşadığımız kaos sadece Türkiye bağlamında bir sistem sorunu değil aynı zamanda kapitalist sistemin küresel krizini de yansıtıyor. Bu açıdan sadece AKP rejimine -ve sonrasına- odaklanmış bir çözüm anlayışı hem var olan köklü ekonomik, sosyal, siyasal sorunları ertelemekte hem uzun vadeli çözümleri daha da ertelemektedir. Kanımca, önce şu soruyu sormak gerekir, yaşadığımız kriz siyasal kurumsal bir iflasla mı ilgili yoksa toplumsal çözülmeyle mi ilgili? Gerçekte her ikisi de birbiriyle ilişkilidir. Ama temelinde hem ekonomik bunalım hem de burjuva siyasal kurumların iflasıyla kapitalizmin küresel krizi yatmaktadır. Şili’de solun kazandığı seçim zaferi, Kazakistan’da hükümeti istifaya kadar götüren zam protestoları ve dünyanın pek çok sokağından yükselen ekmek ve adalet talebi, neoliberalizmin iflasın eşiğine gelmiş politikalarının açık göstergeleridir.
Tam da bu yüzden zaten “sandık demokrasisi” sokak siyasetine alternatif, rekabet eden bir alan olarak kuruluyor. Devamla, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz boyutunu yok sayarak, kaynaşmış toplum imgesini yeniden üretmek için “hesaplaşma” değil “helalleşme” öne çıkarılıyor. Burjuva siyaseti kendini sistem içerisinde yeniden üretirken, helalleşme söylemi ve ona eşlik eden sınırlı muhalefet pratikleri ise sermaye düzeninin toplumsal ve siyasal yaşamdaki yapıtaşlarını da korumayı hedefliyor. Bu açıdan “sandık siyaseti” öylesine bir tercih değil, sistemin sermaye lehine devamı için en işlevsel araçlardan birisi haline geliyor.
Çözüm Sokakta
O halde şunu açıkça söylemek gerekiyor; içinden geçtiğimiz kriz ne gerici restorasyon fikirleriyle ne de sandık zaferlerine dayanarak çözülebilir. Halka seçimden seçime oy verdirerek siyasal katılmayı sınırlı bir pratikle kontrol altında tutmaya çalışan, meşruiyetini ve temsiliyetini yitirmiş parti liderlerinin performanslarına dayalı bir seçim stratejisi emekçi kitlelerin ancak çıkmaz sokağı olur.
Bu sıkışmayı çözebilecek olan tek güç, sokak mücadelesinin demokratik bir hak olduğunu ısrarla vurgulayan, en geniş kitle içerisinde ekonomik ve toplumsal krizlere çözüm üretmeyi hedefleyen, örgütlenen bağımsız bir sosyalist mücadeleyle mümkündür.
İlda Alçay Sepetoğlu