Türkiye Neden Depresyon ve Kaygıda Birinci? – Blog – Sevi Gizem Zeybek

Türkiye Neden Depresyon ve Kaygıda Birinci?  – Blog – Sevi Gizem Zeybek

Sevi Gizem Zeybek

Koronavirüs salgınının öngörülemezliği, beraberinde getirdiği belirsizlikler ve uzun süre boyunca kontrol altına alınamamış olması tüm dünyada insanların duygu durumu üzerinde olumsuz etkilere yol açtı; temel güvenlik algısı zedelendi, varoluşsal kaygılar tetiklendi, liberalizmle gelen kronikleşmiş yalnızlık hallerimiz gün yüzüne çıktı ve karamsarlık ruhsal dünyamızı esir aldı. Tüm bunlar olağanüstü duruma verilebilecek olağan tepkiler olarak değerlendirilebilecekken bu kriz haliyle evrensel bir baş ediş yönteminin bulunamaması sebebiyle her ülkede farklı boyutlarda gözlenebilen ruhsal sorunlara yol açtı.  The Lancet isimli tıp dergisinin ekim ayında yapmış olduğu güncel çalışmaya göre Türkiye depresyonda birinci sırada, kaygı bozukluklarının ise en sık görüldüğü ülkelerden birisi. İçinde bulunduğumuz koşulların kendi ruhsal dünyamız üzerindeki yansımalarına baktığımızda bu bilgi bizler için çok da şaşırtıcı olmasa gerek; ancak bu bilgi vesilesiyle “Neden Türkiye depresyonda birinci sırada?” sorusunu derinlikli bir şekilde tartışmak anlamlı olacaktır. Türkiye’nin toplumsal yapısının ekonomik, sosyolojik ve politik boyutlarının bireylerin ruhsal durumları üzerindeki etkilerine bakmak bize bu sorunun cevabını verecek temel noktadır.

Bireylerin psikolojik iyi oluş hallerini değerlendirirken biyopsikososyal bir çerçeveden yaklaşmak ve biyolojik, psikolojik, çevresel ve sosyal risk faktörlerini eş zamanlı olarak değerlendirebilmek oldukça önemlidir. İnsan bir arada yaşamaya mecbur olan sosyal bir varlıktır ve hayatını idame ettirebilmesi için birtakım temel gereksinimlere ihtiyaç duymaktadır. Kendi özerkliğini korurken bir bütünün parçası olduğunu görebilmek, belirli kurallar ve sınırlar çerçevesinde kendini güvende hissedebilmek ve kendi var oluşuyla barışık bir hayat sürdürebilmek bu ihtiyaçların başlıcalarındandır. Ülkemizin içinden geçtiği koşullara bakacak olursak bu temel gereksinimlerin birçoğunun zedelenmiş olduğunu gözlemlemek mümkündür. İlk olarak temel güvenlik ihtiyacımıza bakalım; aslında bu ihtiyaç ebeveynlerimizin bizim temel gereksinimlerimizi karşılayacağına ve olağanüstü bir durumla karşılaştığımızda bizi koruyup kollayacaklarına olan inançla şekillenir. Toplumsal bir perspektiften değerlendirdiğimizde bu güven duygusunu inşa etmesi gereken temel yapı devlettir. Ne yazık ki Türkiye halkı olarak karşılaştığımız her sorun anında devlet tarafından yalnız bırakıldığımız, kendi kendimize yetmek zorunda kaldığımız, ötekileştirildiğimiz bir senaryoyla yüzleşiyoruz. Adeta ebeveynleri tarafından terk edilmiş çocuklar gibiyiz. Bizlere güven verebilecek bir devlet yapısından bahsetmek için öncelikle o devletin kendine yetebildiğini görmek gerekir; ancak her açıdan çürümüş, kendine dahi yetemeyen, çıkarları için her fırsatta halkını istismar eden bir yönetimin halkın temel güven duygusunu zedelemesi ve toplumun varoluşsal kaygılarını tetiklemesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Temel güven duygumuz zedelendiğinde geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz arasında köprü kuramayız. Bu da bizleri güncelin sorunlarına takılıp kalan, olumsuz duygularla baş edemeyen ve hayatında olumlu duygulara yer açamayan bir ruhsal duruma sürükler. Ayrıca rejimin totaliter yapısı özerkleşme ve kendimizle barışık bir hayat sürebilme ihtiyaçlarımıza da ket vurur niteliktedir. Diğer bir taraftan ekonomik krizin üstü örtülemez bir hal alması; güvencesizliğin, işsizliğin ve yoksulluğun toplumun her zerresine sirayet etmiş olması kapitalist sistemin insan ruhsallığı üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne sermekte.

Lancet Dergisindeki raporun göstermiş olduğu diğer bir gerçek ise tüm dünyada depresyonun gençler ve kadınlar arasında daha yaygın gözleniyor olması. Yine bizler için şaşırtıcı olmayan bu bilgiyi toplumsal eşitsizliklerin ruhsal dünyalarımız üzerindeki ayak izleri olarak yorumlamamız mümkün. “Dindar ve kindar nesil yetiştireceğiz” diyenlerin yaratmış olduğu tabloda gençler mutsuz, umutsuz. Her birey kendi hayatının yazarı olmak ister ve hayatlarımıza yön verdiğimiz önemli bir dönüm noktasıdır gençlik. Türkiye’de bu dönemeçte gençleri baskılar, nefret söylemleri, ötekileştirilmeler, değersizleştirmeler, işsizlik ve geleceksizlik bekliyor. Öte yandan Türkiye’de yaşayan her kadın cinsiyetinden kaynaklı maruz kaldığı ayrımcılığın kıskacında hayatını sürdürmekte. Bu ayrımcılığın ülkemizdeki en yakıcı yansıması ne yazık ki her geçen gün bir yenisi ile karşılaştığımız kadın cinayetleri. Topluma sirayet etmiş eşitsizlikler sarmalı bizleri ölümle dahi burun buruna getiriyorken kaygısız ve mutlu bir hayattan söz etmek toplumun hiçbir bireyi için söz konusu değildir. Eşitsizlikler üzerine kurulmuş bir düzende toplumsal bir iyi oluş halinden söz etmek mümkün olamaz; yani hepimiz eşit olmadan hiçbirimiz mutlu olamayız demek gayet yerinde bir tespit olacaktır.

Son olarak üzerinde durulması gereken diğer bir önemli nokta ülkemizde nitelikli ruh sağlığı hizmetinin toplum tarafından erişilebilir olmaması gerçeği; üstelik ruh sağlığı uygulamalarını düzenleyecek, denetleyecek bir meslek yasamız dahi yok. Yaygınlaşan depresyon ve kaygı sorunlarıyla mücadele etmek için koruyucu-önleyici müdahale çalışmalarının ve sağaltıcı-tedavi edici terapi hizmetlerinin toplumun tüm kesimlerine ulaştırılmasını sağlayacak bir ruh sağlığı politikasının geliştirilmesi ve kamusal bir hak olarak halka sunulması şart.

Özetle ülkenin ruhsal durumunu değerlendirirken günümüz politik atmosferinde toplumca kaybettiklerimizin yasını tutmakta olduğumuzu unutmamak ve bireysel patolojilere takılıp kalmamak gerekir. Toplumsal bir iyi oluş halini mümkün kılacak yegâne yolun ortak kayıplarımızı anlamlandırabilmekten, toplumsal yasımızla yüzleşmekten ve hak ettiğimiz insanca yaşamı birlikte inşa etmekten geçtiğini her gün birbirimize hatırlatmalıyız. Ne de olsa insan insanın yurdudur.

Not: Yazıda bahsi geçen çalışmaya https://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736(21)02143-7/fulltext linki üzerinden ulaşılabilir.